Yüzyılı aşkın bir süredir müzikseverlerin vazgeçemediği tutkudur plâklar… Bunca zaman boyunca çok sayıda yeni seçenek sunulmasına karşın hiçbiri plâkları tahtından indiremedi…
Yurtdışında olduğu gibi Türkiye’de de, müzikseverlerin plâklara duyduğu sevginin gelişen teknolojinin sunduğu yeni ortamlarla dayatışırcasına arttığını gözlemliyorum. Festivaller, imza günleri, çevrimiçi açık arttırmalar, web mağazalar derken gün geçtikçe genişleyen bir kitle tarafından ilgiyle izlenen plâklar yalnızca geçmişte yayınlanmış olan yapıtlar için değil günümüzde yayınlananlar için de ilk yeğlenen ortam olarak göz doldurmakta.
Müzikseverlerin plâkları bu denli sevme nedenini düşündüğümde aklım 20. yüzyılın öncesine, yani bu sihirli yuvarlakların keşfedildiği yıllara gidiyor ister istemez. Her şey insanların sesleri kaydetme arzusuyla başlamış aslında. Kendi seslerini, başkalarının seslerini, şarkıları, konuşmaları, bilgileri, doğanın ve çevrenin yani bir başka deyişle yaşamın sesini tekrar tekrar dinleme isteğiyle yola çıkmış insanlar.
19.yüzyılın son çeyreğine denk gelen yıllarda sesleri kaydetme arzusuyla kamçılanan onlarca bilimci arasında kıyasıya bir yarış başlamış. 20. yüzyılı yönlendirenler arasında adı ilk sırada anılan büyük mucit Thomas Alva Edison 1877 yılında, madeni bir silindire sarılı ince kalay levha aracılığıyla ses kaydı yapabilen fonograf adını verdiği bir aygıt icat ederek ses kaydı yapılabildiğini kanıtlar.
Fonograf, müzik ve bilim başta olmak üzere birçok alanda sonu gelmeyen yeniliklerin yolunu açan bir başlangıç olarak anılmakta günümüzde. Thomas Alva Edison’un ardından Alexander Graham Bell fonografın biraz daha geliştirilmiş bir şekli olan grafofon adını verdiği buluşuyla ses kayıt teknolojisinde yeni bir adım daha atılmasını sağlar.
İki büyük bilimadamının toplumsal yaşam içerisinde oldukça yoğun bir sevgi ve değer atfedilen müzik koleksiyonculuğu uğraşının doğumuna öncülük ettiklerini o dönemde kestirebildiklerini sanmıyorum. Öte yandan, yaptıkları buluşlarla ses kayıt aygıtı yarışını kazanan Emile Berliner’in esin verdiklerinin farkında olduklarına eminim.
Almanya doğumlu Amerikalı bilimci Emile Berliner ses kaydının insan uygarlığında ne denli ciddi bir fark yaratacağını çok erken ayrımsamış olacak ki müzik çalar kutusu kavramı üzerine yoğunlaşıp, T.A. Edison’dan on yıl sonra, yuvarlak ve ince taş plâk ile çalışan gramofon adını verdiği daha gelişmiş bir aygıt bularak bilim dünyasındaki yarışı sona erdirir.
Gramofon kenarındaki uzun kolun çevrilmesiyle kurulur, üzerindeki yatay döner tablanın üstüne disk şeklindeki taş plâk yerleştirilir, ucunda iğne olan kalınca bir kol plâğın üstüne bırakılır, plâğa depolanmış olan ses iğnenin dokunuşu sayesinde dışarı doğru genişleyen metal bir ahize aracılığıyla dışarı yayılır. Böylesine ezberleri bozan bir gelişim dünya genelinde büyük bir yankı uyandırmış elbette.
Gramofon ve plâğın Türk topraklarına girmesi de fazla zaman almamış. İstanbul’a ilk plak 1895 yılında gelir. Bugün 78’lik denilen plaklar o yıllarda ortaya çıkmış. Sözün kısası; gramofon ile çalınan, her iki yüzünde birer şarkı kayıtlı, dakikada 78.26 devir yapan, Türkiye’de taş plak denen 78’likler. 1900’lü yılların başında büyük üstat Tamburi Cemil Bey’in kayda alınan çalışmaları tarihimizde yapılan ilk müzik kayıtlarıdır.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlayan aydınlanma sayesinde, 1927 yılında Türk kadınlarının söylediği şarkılar da plaklara kaydedilmeye başlanır. Bu arada, plak çalar teknolojisindeki gelişmeler de aralıksız devam etmektedir. Kinetik enerjiyle çalışan gramofonların yanına elektrik enerjisi ile çalışan pikapların konulması ve pikaplar tarafından çalınan iki yeni plâk formatının (45’lik ve 33’lük) tanıtılması müzik yayıncılığına yeni bir soluk kazandırır.
45’lik ve 33’lükler farklı maddelerden yapıldığı için, 78’liklerin aksine hafifçe kıvrılabilen yumuşaklığa sahiptir. 1948 yılında, Columbia Records tarafından sunulan uzunçalar (33’lük) formatı müzik koleksiyonculuğunu farklı bir yöne çeker. 1960’ların ortasına dek üretimi süren taş plaklar ve gramofonlar ayrı bir merak alanı olarak öne çıkarken 1960’lardan itibaren yaygınlığı çok artan 45’lik ve 33’lük plaklar bugüne değin gelen plak koleksiyonculuğunun ortaya çıkışını sağlar.
Plâkların sunduğu zevklerden biri de kapak tasarımlarıdır. Müzik dünyasında en iyi albüm kapağı (NME Awards / Best Dressed Sleeve) kategorisinde ödül verildiği gerçeğinden yola çıkarak plak sevgisinin görsel bir boyutunun da olduğu gerçeğinin altını çizmek istiyorum. Plak kapağı tasarımı çizim, resim ve fotoğrafçılık gibi üst düzey sanat dallarını müzik sanatıyla buluşturan bir kavram olarak dikkat çeker.
Plâk kapağının yapıt ile uyuşması çok önemlidir. Başka bir deyişle, şarkının sunduğu mesaj veya albümün konsepti ile örtüşmesine özen gösterilir. Çoğunlukla, kapağın içindeki sayfalara yapıt ile ilgili bilgiler eklenir. Söz gelimi, şarkı sözleri yazılı olur veya fotoğraflar ve çizimlerle süslenir. Plâk sevgisini özgün ve güzel kılan özelliklerden biridir kısacası.
1960’lı ve 1970’li yıllar için 45’likler ve 33’lüklerin altın çağı demek yerinde olur. 1980’li yılları egemenliği altına alan kasetler, 1990’lı yıllarda birden parlayan kompakt diskler ve 2000’li yılların başında tanıştığımız taşınabilir belleklere kaydedilen mp3’lerin hizmete sunulmasıyla kenara itilen plâklar canlı müzik sesine çok yakın olmaları sayesinde 2000’li yıllarda yeniden müzikseverlerin ilgisini çekmeye başladı.
2000’li yılların başında yurtdışında plâklara ilginin arttığını duymaktaydım. Ancak, Türkiye’de plâk tutkusunun yeniden canlılık kazanması 2008 yılında vizyona giren ‘Issız Adam’ filmi sayesinde oldu. Bugün, müzik mağazalarının raflarında eski yapıtların plâk formatında yeniden yayınlanması ve eski plâkların çeşitli ortamlarda yüksek rakamlarla satışa sunulması artık müzikseverlerin gözlerinin alıştığı bir şey.
Genç kuşaklar tarafından kapak tasarımı ve ses kalitesi nedeniyle yeğlenmekle birlikte çocukluğunda – benim gibi – plaklardan müzik dinleyerek büyüyen veya gençliğinde plâk almak için müzik mağazalarının kapılarını aşındıran kuşaklar için nostaljik bir anlamı var plâk derleminin. Teknolojik açıdan daha gelişmiş olan, daha ucuz ve daha kolay ulaşılabilen ama elle tutma ve görme zevkinden yoksun bırakan çağdaş formatları benimsememekte direnerek plâk toplamayı sürdüren geçmişseverlerden biriyim.
Kişisel kütüphanemdeki raflara göz attığımda birkaç saniye içinde o kadar çok anı gözüme çarpar ki… Kapıldığımda uzun süre içinde kaldığım, içinde kaldıkça yoğunlaşan ve sürmesi için daha fazla istek duyduğum oldukça özel ve tatlı bir duygu selidir bu. Hem işitsel hem görsel açıdan gönülleri fetheden, vazgeçilmez bir tutkudur plâklar. Eline alıp zarif çizgilerini incelersin, tozunu alırsın, kapağına bakmaya doyamazsın, rafta gözüne çarptıkça sevinirsin.
Henüz yedi yaşındayken eve armağan olarak gelen Enrico Macias’ın ‘A l’Olympia’ konser albümünü dinleyerek Fransızca’nın yumuşak ve estetik sesiyle tanıştığımı, Los Paraguayos’un iki plâklı seçkisi sayesinde ömürboyu etkisinde kaldığım latin sound’u ile ilk defa karşılaştığımı, klâsik batı müziği hayranlığımı Alexander Borodin’in ‘Prens Igor’ plâğını dinleyerek kazandığımı nasıl unutabilirim? Hele ki, 1986 yılında ilkokuldan mezuniyet armağanı olarak Suadiye’deki Altuğ Müzikevi’nden aldığım Duran Duran’ın ‘Arena’ albümü…
Bugün saygıyla andığım veya röportaj yaptığım birçok değerli sanatçının yapıtlarıyla 45’likler ve 33’lükler sayesinde tanıştım. Söz gelimi, Barış Manço’nun ‘Dağlar Dağlar’ 45’liğini dinlerken gençlik sesiyle 80’li yıllardaki sesi arasındaki fark beni ne kadar çok şaşırtmıştı… Veya, Almanya’da yaşamak zorunda kaldığı için TRT’de izleyemediğimiz Cem Karaca’nın ‘Resimdeki Gözyaşları’ 45’liğini ilk dinlediğimde efsanevi sanatçının özgün yorumuna, sesine ve şarkının coşkulu ezgisine duyduğum hayranlık…
Ayrıca, plâk kapakları da arkadaş sohbetlerimin tadına doyulmaz parçalarından biri oldu yıllar boyunca. Hangi ünlü ressam veya hangi ünlü fotoğrafçı kapak tasarımında görev almış, dakikalarca konuşurduk. Kapakların tasarımına ilişkin röportajlara yansıyan ilginç olayları birbirimizle paylaşırdık. Bir albümün kapağına plâk kadar değer verilir. Söz gelişi, Heavy Metal müziğine duyduğum ilginin Heavy Metal topluluklarının plâk kapaklarını tasarım harikası olarak görmemden kaynaklandığını söylemeden geçemeyeceğim.
Müzik dünyasındaki genel eğilime uyarak kaset, kompakt disk, minidisk, mp3 gibi formatlara uzun süre boyunca ben de ilgi göstermiştim. Ne var ki, çalışma yaşamına girdiğim 2001 yılının Ocak ayında ilk maaşımı aldığım gün koşar adım Atlas Pasajı’na giderek Erol Evgin’in ‘İşte Öyle Bir Şey’, ‘Erol Evgin 79’ ve ‘Erol Evgin ve Renkli Dünyası’ albümlerini satın alırken duyumsadığım eşsiz heyecan hâlâ aklımdadır. Plâk koleksiyonculuğuna o gece geri döndüm; geçmişi yaşamayı sevmemden ötürü…
Henüz altı yaşındayken evimize gelen Dual pikabımızı yıllar sonra yeniden açıp doya doya dinlemiştim Erol Evgin’in plâklarını… Ardından, dolabımın raflarında yıllardır beklemekten tozlanmış olan babamın gençliğinde dinlediği 78’liklere göz attım, 1989 ve 1990 yıllarında Avrupa’dan aldığım o dönemin popüler şarkıcılarına ait 45’likleri inceledim. O 45’likleri yalnızca birer kere pikapta dinledikten sonra iğne temasının yıpranmaya neden olacağından çekindiğim için kasetlere çekip yıllarca kasetçalardan dinlemiştim.
Tadına doyum olmayan bir zevk plâk tutkusu… Kişisel kütüphanemin en güzel raflarını süsleyen plâklarımın içinde nice anılarım yaşıyor ve diğer derlemciler gibi ben de zaman buldukça yeni çıkan veya eski yıllardan kalan plâkları inceleyip koleksiyonumu genişletiyorum. Plâk koleksiyonu müziğin coşku, huzur ve eğlence başta olmak üzere insan ruhuna sunduğu nice olumlu katkıların meyvesidir bana göre.
https://indigodergisi.com/2024/01/plak-tutkusu/
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi
Yayın Tarihi: 12.01.2024